Açıklama: Nakşibendiliği Anadoluya getiren Nakşibendi yolunun büyüklerinden bir güzelin hayatı..
Kategori: Tasavvuf-Nakşibendilik
Eklenme Tarihi: 19 A?ustos 2016
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 22:10
Site: Nakşibendi Tarikatı - Öz değerleriyle birlikte.
URL: http://www.naksibenditarikati.com/detay.asp?icerikID=354
Anadolu evliyâsının büyüklerinden.
Şah-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunu Buhârâ'da Ubeydullah-i
Ahrâr'dan alarak Anadolu'ya ilk olarak getirip yayan âlim. Germiyanoğulları
beyliğinin sınırları dâhilinde olan Kütahya'nın Simav kasabası civârında bir
köyde doğdu. 1491 (H.897) yılında Rumeli'nde Vardar Yenicesi'nde vefat ederek
oraya defnedildi.
İlk tahsîlini Simav'da tamamladıktan sonra İstanbul'a gitti. Zeyrek
Medresesinde büyük âlim Alâeddîn Tûsî'nin talebesi oldu. Zahirî ilimlerde
ilerledi. Hocası Alâeddîn Tûsî, Hocazâde ile yaptığı münazara netîcesinde
İran'daKirman taraflarına gitti. En çok sevip takdir ettiği talebesi Abdullah-ı
İlâhî'yi de yanında götürdü. Abdullah-ı İlâhî, Kirman'da da bir müddet ilim
tahsîl etti. Fakat bir türlü tatmin olmadı. Zâhirî ilimleri bırakıp bâtınî
ilimlerle uğraşmayı arzu etti. Hattâ bütün kitaplarını yakmak veya suya atmak
gibi bir düşünceyle karşı karşıya kaldı. Yanına gelen evliyâdan bir zâtın
tavsiyesi ile ihtiyâcı olmayan kitapları satıp parasını fakirlere dağıttı.
Bilahare Semerkant'a gitti. Bu sırada Semerkant'ta Yâkub-ı Çerhî hazretlerinin
talebesi ve halîfesi Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Hâce Nakşibend Behâeddîn-i
Buhârî'nin yolunu yaymak ve insanlara İslâm ahlâkını anlatmakla meşgûldü.
Binlerce talebe etrafında feyz almak, Allahü teâlânın râzı olduğu yolu öğrenmek
için çırpınıyordu. Abdullah-ı İlâhî de, bu seçilmişlerin halkasına dâhil oldu.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinin Ehl-i sünnet îtikâdına
bağlılığını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i şerîfine
uymaktaki gayretlerini görüp hayran kaldı. Yıllarca Semerkant'ta kalıp
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulundu. Feyzlerinden istifâde
etti. Hocasının emriyle Buhârâ'ya gidip Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabrini
ziyâret etti. Orada bir yıl insanlardan uzak kalarak yalnız ibâdetle meşgûl
oldu. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Çok zaman
Behâeddin-i Buhârî'nin kabri yarılarak dışarı çıkar, rüyalarını yorumlar,
çeşitli iltifatlarda bulunurdu. Zâhirde hocası Ubeydullah-ı Ahrâr olmasına
rağmen, hakikatte tasavvuf yolunu Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinden üveysî
olarak tahsîl etti. Daha sonra tekrar Semerkant'a döndü. Bir müddet daha
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde bulunup tasavvufta yüksek
derecelere kavuşarak icâzet aldı. Sonra Seyyid AhmedBuhârî ile birlikte
Anadolu'ya gönderildi. Gelirken Herat'ta Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (v.1492) ve
diğer büyükler ile görüşüp sohbet etti. Anadolu'ya gelip memleketi olan
Simav'da yerleşti. Hak âşıkları, kısa zamanda onun büyüklüğünü anlayarak
etrafına toplandılar. Sohbetinde bulunmayı câna minnet bildiler.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri de, hocasından öğrendiklerini Anadolu'da yaymayı
kendisine vazîfe edinip, insanların huzur ve saâdete kavuşmaları için gece
gündüz çalıştı. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dergâhından aldığı
feyzleri Anadolu'da ilk yayan velî oldu. Bir müddet sonra Anadolu kâdıaskeri
Manisalızâde Muhyiddîn Mehmed Çelebi(v.1483)'nin dâveti üzerine Fâtih Sultan
Mehmed Hanın vefât ettiği günlerde İstanbul'a geldi (1481). Kâdıasker Mehmed
Çelebi'nin gösterdiği odaları ve teklifleri kabul etmeyip, daha önce ilim
tahsîl ettiği ZeyrekCâmii etrâfındaki vîrâne hâline gelmiş boş medrese
odalarını tercih etti. Orada yerleşti. Şeyh Ebü'l-Vefa Konevî gibiAllah
dostları ile sohbet etti. İstanbullular onun gelişini rahmet bilip, sohbetine
koştular. Az zamanda halktan ve devlet adamlarından birçok kimse, Abdullah-ı
İlâhî'nin talebeleri arasında yer aldı.
Bunlardan biri de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Âbid
Çelebi idi. Kâdılık hizmetini bırakarak Abdullah-ı İlâhî'ye talebe olmuştu. Bir
gün Zeyrek Câmiinde Âbid Çelebiye sâdece onun farkedebileceği bir kerâmet
göstererek iltifâtlarda bulundu. Bunun sebebini soran talebesi Uzun
Musluhiddîn'e;
"İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Avâmın çocukları dayaktan, büyüklerin
çocukları lütuftan anlar. Ona iltifât etmesem, beni ve bu büyüklerin yolunu
bırakır." buyurdu.
Yine Âbid Çelebi, Abdullah-ı İlâhî'nin dergâhına uzun bir müddet devam ettikten
sonra kalbinin açılmadığını fark edip Muhyiddîn İskilibî (Şeyh Yavsî)
hazretlerine talebe olmayı kalbinden geçirdi. Kafası bu düşüncelerle dolu
olarak Zeyrek Câmiinde namaz kıldı. Namazdan sonra hocası Abdullah-ı İlâhî
kendisine dönüp; "Seni namaz kılarken Muhyiddîn İskilibî'nin şeklinde
gördüm." buyurdu. Bunun üzerine Âbid Çelebi, özür dileyip hocasının elini
öptü ve hizmetine devam etti. Gün geçtikçe gönlü açılıp ard arda gelen feyzlere
kavuştu.
Halkın ve devlet erkânının iltifatları, Abdullah-ı İlâhî hazretlerini
İstanbul'dan uzaklara gitmeye zorladı. Zâten meşhur Osmanlı kumandanı Evrenos
Beyin oğlu Ahmed Bey, sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesi (Selanik yakınlarında)'
ne dâvet edip duruyordu. Abdullah-ı İlâhî hazretleri çok sevdiği Ahmed Beyin
arzusuna uyup Vardar Yenicesi'ne gitti. Seyyid Ahmed Buhârî hazretlerini
İstanbul'da yerine halîfe bıraktı. Teşrifi ile Vardar Yenicesi şenlendi. Şehir
onun hürmetine îmâr edildi. Câmiler, hanlar, medreseler, darü'l-hadîs, tekke ve
türbeler inşâ edildi. İnsanlar bu Allah adamının sohbetinden istifâde etmek,
meclisinde bulunmak için yarış ettiler.
Bir gün ihtiyar bir kadın Abdullah-ı İlâhî'nin meclisine gelip bir müşkülü
olduğunu arzetti. O gece rüyasında kendisini kurbağa şeklinde gördüğünü söyledi.
Abdullah-ı İlâhî; "Hayırdır inşaallah korkacak bir şey yok." buyurup,
kendi haliyle meşgul oldu. Ama bu cevap kadını tatmin etmemişti. Bir kenarda
bekledi. Biraz sonra başını kaldıran Abdullah-ı İlâhî; "Anacığım! Sen
dervişleri evine davet etmek istemiş, sonra da vazgeçmişsin. Bu rüyâ ona
alâmettir. Git huzurla işine bak." buyurdu. İhtiyar kadın bu sözleri
tasdik edip; "Evet aynen öyle oldu. Evim dar olduğu için davetten
vazgeçtim." dedi.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri, Vardar Yenicesi'nde uzun yıllar insanlara Allahü
teâlânın dînini anlattı. İnsanlara rehberlik, zevk erbabına pîrlik, şevk, istek
sâhiplerine şeyhlik yaptı. Sırların kaynağı, doğruların dayanağı, ilâhî
sırların açıklayıcısı oldu. 1491 yılında burada vefat edip, şehir içinde yüksek
bir yerde, Evranosoğlu Ahmed Beyin yaptırdığı mescid, medrese, tekke,
dârül-hadîs ve türbeden müteşekkil külliyenin türbesine defnedildi. Ahmed Bey,
Murâd Baba, Şeyh Feyzullah Efen
Efendi, Yazıcızade Mehmed Efendi oğlu MehmedÇelebi (Yazıcı Çelebi Efendi) de
daha sonra burada defnedildiler. Bunlar büyük ihtimalle Abdullah-ı İlâhî'nin
VardarYenicesi'ndeki belli başlı talebeleri idiler. Türbe, Osmanlıların son
zamanlarına kadar ayakta kalmış, ziyâret edilmiş, fakat daha sonra ortadan
kaldırılmıştır.
Abdullah-ı İlâhî hazretleri, on beşinci asır Türk edebiyatı nesri içinde mühim
yer tutan kitaplar yazdı. Keşfü'l-Vâridât li-Tâlibi'l Kemâlât ve
Gâyeti'd-Derecât adıyla Şeyh Bedreddîn Simavnevî'nin Varidât'ını şerh ederek
yanlışlıklarını ortaya koydu. Tasavvufî hayatın adâb ve erkânını anlattığı
Meslekü't-Tâlibin vel-Vâsilîn adlı eserini Türkçe olarak kaleme aldı (1483).
Zâdü'l-Müştâkîn kitabında yüzden fazla tasavvufî terimi Türkçe olarak açıkladı.
Tasavvufî ahlâkla ilgili olarak yine Türkçe Esrârnâme kitabını kaleme aldı. Vahdet-i
Vücûdla ilgili bilgileri, Risâle-i Vücûd adlı eserindeArapça olarak açıkladı.
Risâle-i Ahâdiyye adlı eserinde bazı terimleri Farsça olarak açıkladı.
Ruzbehân-Baklî'nin Risâle-i Kuds adlı eserini Menâzilü'l-Kulûb adıyla Farsça
şerh etti. "İlâhî" mahlası ile şiirler yazdı. Kendisine nisbet edilen
bir Dîvân varsa da, bu eserin, çağdaşı ve yine "İlâhî" mahlası ile
yazan Ahmed-i İlâhî'ye âid olması kuvvetle muhtemeldir.
Abdullah-ı İlâhî, eserlerinden başka, birçok talebe yetiştirerek vefâtından
sonra da hizmetinin devam etmesini sağladı. Muslihuddîn Tavîl ve Âbid Çelebi,
talebelerinin meşhurlarındandır. En meşhûr talebesi ise Seyyid Emir Ahmed
Buhârî'dir. Tarîkat silsilesi de onun vâsıtasıyla, Ubeydullah-ı Ahrâr, Molla
Abdullah-ı İlâhî, Ahmed Buhârî, Hakîm Çelebi, Nakşibendzâde Mustafa, İlâhîzâde
Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bâkî ve Şeyh Nasrullah şeklinde devam etmiştir. Ancak
Nakşibendîliğin Müceddidiyye kolu, Murâd-ı Münzevî ve Mehmed Emin Tokadî
(k.sirruhumâ) vâsıtasıyla Anadolu'ya gelinceAnadolu'da Nakşibendiyye silsilesi
değişmiştir.
AT HIRSIZI
Abdullah-ı İlâhî'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu. Sohbetlerinde ve
diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi. Sohbette
bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü olsa onun hâlini keşfeder
sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.
Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan
çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz."
buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince,
"at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki
onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden
geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim söze,
at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat
ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; "Hiç
o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle anlattı:
"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir
defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için
ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp,
içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu
hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve
telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer
duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en
büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek
selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan
evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek
istedik." dediler. Atların sâhibi olan zât; "Onun yerine, at
hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb
denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler
arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler
arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi
ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep
birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler."
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da
ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin.
Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar
pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at
çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana
kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü
temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda
yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî
hazretlerinin bu güzel îzâhını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve
yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür
diledi ve hâlis talebelerinden oldu.
Evliyalar Ansiklopedisi