Açıklama: Nefs-i emmare, insanın yaratılışı ve ruh nedir?
Kategori: Nefs Terbiyesi
Eklenme Tarihi: 19 Aralyk 2013
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 15:24
Site: Nakşibendi Tarikatı - Öz değerleriyle birlikte.
URL: http://www.naksibenditarikati.com/detay.asp?icerikID=231
1- Bu farklı düşünceler İnsanın yaratılışından kaynaklanan
bir durumdur.
Allah'u teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan
hayvanları yaratmıştır.
Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı
olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı
yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması
için de nefis ve şeytan yaratılmıştır.
Mesela, altın ve bakırın karışık halden ayrılması için ateşte kaynatılması
gibi, insan denen varlık da iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması, iyi
huylu Ebubekir (ra) ile kötü ruhlu Ebuceh'ilin anlaşılması için nefis ve şeytan
imtihanına tabi tutulmuştur. İşte insanın manevi terakkisine vesile olmak için
zaman zaman nefsinin ve şeytanın değişik isteklerine maruz kalır. İnsan onların
bu isteklerine uymayarak melekleri geçecek bir makama terekki edebilir.
Ayrıca ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor.
Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu oradan
geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.
İşte bunun gibi, Allah, cennet ambarında duran Babamız Adem Peygamberi dünya
tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak Cennete dönmesi için de nefis ve şeytan
imtihanına tabi tutuyor, İbadet toprağına gömüyor. Böylece insan ağaç olarak
Cennete geri dönüyor. Bizim durumumuz da böyledir. Bu açıdan nefis ve şeytandan
gelen düşüncelerin olması kötü değildir, onlara uymak kötüdür; nefis ve
şeytandan gelen kötü fikir ve düşüncelere uymak hatadır.
Mesela, yemeğin ateşte pişmesi güzeldir. Ama aynı ateşe elini uzatırsan yakar,
düşmanın olur. Şeytan ve nefis de Cennetimizi pişirmek için yaratılmıştır.
Yaratılmaları güzeldir. Ama onlara kendimizi teslim etmemiz kötüdür. Onlar bize
değil biz onlara bineceğiz. Biz onları değil onlar bizi taşıyacak.
Sizin de bildiğiniz gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş
farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor. İşte insanın aslı da
birdir. Babası Adem (as), yapısı ise topraktır. Ama diziliş farklılığından biri
elmas gibi, diğeri de kömür gibi oluyor. Bu farklılığı göstermek, kimin elmas,
kimin de kömür olduğunun anlaşılması için nefis ve şeytan yaratılmıştır.
Elbette elmasın ve kömürün nereye gideceğini söylemeye gerek yoktur.
2- Kabz ve bast haliyle de ilgili olabilir. Kabz ve bast halleri; lügat manası
olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına
gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman hazretleri Kastamonu Lahikasında şöyle
açıklamaktadır : "sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye
alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek
hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast
hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe
medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."
Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah
tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen
Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl
ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı
kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir
insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü'min kamçılanmakta, ve vazifesinde
ciddiyete sevk edilmektedir.
Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen "emn ve ye'sin vartası"
ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır.
Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifede ki ciddiyete halel vermemelidir.
Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü'min ye'se düşmemelidir. Çünki
istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi "Ye'is mani-i her kêmaldir"
Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.
Bu haletler Cenab-ı Hakkın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl
ki hastalık Cenab-ı Hakkın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline
Cenab-ı Hakkın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik
hali de Cenab-ı Hakkın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.
3- Ruh ile ilgili sorunuza gelince:
a- Ruh nedir, anlaşılabilir mi?
Bazı insanlar peygamber efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi
bekledi. Gelen ayet gayet netti: "o, rabbimin emrindendir, de." Ruhun
varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların
söyleneni anlamasına imkan yoktu. Akıl, "emir aleminden" olan bir
varlığı kavrayacak kapasitede değildi.
"emir alemi" ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların
dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır,
hafif gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar,
ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Ancak o, mantık ölçüsüyle her eserin bir ustaya delalet ettiğini bilir. Böylece
kainat denilen o muhteşem eserden hareketle yaratanı tanır. Yine o, öznesiz
fiil olamayacağını kabul eder. Bu yolla, bedeni harika bir tarzda idare eden,
fakat göz ile görülemeyen bir özün, yani ruhun varlığını tasdik eder. Zaten
kendinden beklenen de budur.
Hadiste "kendini bilen rabbini bilir" buyruluyor. Bir büyük
mütefekkirimiz de, "ey kendini insan bilen insan! Kendini oku..."
Diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek
ona ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz? Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı
özelliklerinden söz edebiliriz. Beden, anne karnında belli bir olgunluğa
erişince, ruh verilir.
Bedenin sultanı olan ruh, nurani, şuurlu, diri ve harici vücut sahibi bir
varlıktır. Sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara
ayrılmaz. Tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur.
Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Ona ne uzaktır, ne de yakın.
Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine mani olmaz. O, tabiattaki
kanunlara benzer. Eğer kanun şuurlu olsaydı ve harici vücut giyseydi ruh
özelliği kazanırdı. Ruh, kendisinin ve diğer varlıkların farkındadır.
Ruh, sahip olduğu maddi ve manevi cihazlarıyla işler yapar. Şuuruyla fark eder,
aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle planlar yapar,
hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok
kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh,
eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende
bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun
beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı
kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz
bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
Dostlarımız soruyorlar, "ruh nasıl bir şey?" Diye.
"bilmiyorum", diyor ve devam ediyorum: böyle demekle sorunuzun gerçek
cevabını vermiş oluyorum.
Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, "bilmiyorum,"
kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında bir takım
tahminlerde bulunsam, "uzundur veya kısadır", desem, "bedenin
şurasında veya burasındadır", "şu veya bu renktedir", gibi
lâflar etsem aldanmış ve aldatmış olurum. Çünkü ruh, beden cinsinden değil.
Biri hane ise diğeri misafir, biri tezgâh ise beriki usta.
Ne bir evin bölmeleri, insanın organlarına benzer, ne de tezgâhın aksamı
ustanın azalarına.
Beden ve kâinat... Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise lâtif ve nurânî. O
halde ne beden, ne de şu âlem bize ruhun mahiyeti hakkında bir bilgi verir.
Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler yanıltıcı olmaya mahkûm... Toprağa
bakıp yerçekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey.
Nur külliyatında, ruhun bekası ifade edilirken şöyle buyrulur:
"ruh ise tahrib ve inhilâle maruz değil. Çünki: basittir, vahdeti
var."
Buradaki "basit" kelimesi, terkip olmama demektir. Gerçekten de,
insanın ruh dünyası ayrı bir âlem. Terkip değil, fakat nelere sahip değil ki!..
Ama, bu çokluk onun vahdetini, birliğini bozmuyor. Ondaki akıl, hafıza,
duygular ve his dünyası ne bedenin organlarına benziyor, ne de kimyevî bir
bileşimin unsurlarına... Bunların müstakil bir şahsiyetleri yok. Tek başına bir
akıl, yalnız kalmış bir irade, sahipsiz bir hafıza düşünebiliyor muyuz?
Ruhun bu harika yaratılışı insan için büyük bir irşat kapısı... İnsan bu
sayede, cenâb-ı hakk'ın kudsî sıfatlarının, zâtından ayrı düşünülemeyeceği
hakikatine bir derece bakabilir.
b- Ruh beyinden mi ibarettir?
İnsan, ilim sahibidir. Hem kendini, hem de diğer varlıkları bilir. Üstelik
bildiğini de bilir. Bilgisi bilinçlidir. Bilgisayar disketinden farklıdır. Bir
diskete de birçok bilgileri kaydetmek mümkündür, ama o disket kendisinde
bulunan bilgilerin farkında değildir. Öğrenmek için herhangi bir arzusu da
yoktur. İlmi istemek ve öğrenmeye çalışmak ise, maddenin özelliklerinden
değildir.
İlimden mahrum atomlar, ne kadar mükemmel bir şekilde bir araya gelmiş
olurlarsa olsunlar, ilim sıfatını kazanamazlar. Beyin de bu ilimsiz ve şuursuz
atomlardan meydana gelmiştir. Bilgileri aktarır ve kaydeder, ama bu işi
şuursuzca yapar. Bilgisayar disketinden farkı yoktur. O, ruh adlı varlığın
emirlerini yerine getiren bir alettir sadece.
"irade" gerçeği ise, başlı başına bir harikadır. Seçmek, karar
vermek, ayırmak, istemek, reddetmek, bilgisiz bir et yığınının yapacağı işler
değildir. En mükemmel uzuv olan beynin, irade sahibi olduğunu iddia eden adam
gülünç olur. O, irade etmez, sadece ruhun istediğini yapar.
Milyarlarca hücreden yaratılan beyin, akılları hayrette bırakacak kadar
harikulade bir bilgisayardır. Fakat her bilgisayar gibi, onu birinin
programlaması gerekir. Beyin, ruhun ürettiği paket programları uygulamak,
bedenin diğer parçalarına iletmek için kurulmuş bir santrale benzer. Yeni
yollar, başka imkanlar, farklı işler peşinde koşacak iradeye sahip değildir.
Ona, "ben bir bilgisayarım" dedirtebiliriz. Fakat bu deyiş, teybin
ses vermesi gibidir. Hiçbir bilgisayar kendini aşamadığı gibi, beyin de kendini
aşamaz, ancak belli bir program dahilinde faaliyet yapar.
Beyin denilen o harika cihaz, ruhu inkara değil, yaratanı kabule götürür. Basit
bir hesap makinesinin bile ustasız olamayacağını bilirken, beynin sonsuz ilim
ve irade sahibi bir ustası olduğunu nasıl inkar edebiliriz?
c- Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?
Ruh: "can. Canlılık. Nefes. Cebrail(a.s.)...","bir kanun-u
zîvücud-u haricî."(sözler), "emir âleminden olup, beden ülkesini
idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Beden
olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim."
Kaba, sert bir ağacın, narin ve nazik bir meyve vermesi gibi, bu haşmetli ve
cansız âlemden kendisine pek de benzemeyen bir varlık süzülmüş: insan... Güneş
yakarken o yanmış, rüzgâr eserken o nefes almış, ırmaklar akarken o kanmış,
toprak mahsul verirken o tüketmiş.. Ağacı cansız iken o canlı olmuş, âlem görüp
işitmezken o görücü ve işitici kılınmış...
Artık bu üstün meyve, kâinat ağacının gözü kulağı kesilmiş. Bu şerefli rütbe
ile birlikte büyük de bir mesuliyet yüklenmiş. O, neye hizmet etmişse, kâinat
da mânen o işin peşine düşmüş; o neye kulak vermişse âlem onu dinlemiş ve o
neye bakmışsa bütün hizmetçiler de onu seyre koyulmuşlar...
İşte bu insan meyvesinin şu görünen beden hanesinin ötesinde, şu âlemi memnun
yahut mahzun eden bir efendi mevcut. Elini dilediği meyveye uzatabiliyor.
Gözlerini arzu ettiği istikamete dikiyor. Ayaklarını keyfince hareket
ettirebiliyor. İşte bütün bir kâinat ve top yekûn insan bedeni o efendi için
yapılıp çatılmış. Renkler âlemi onun gözü önünde hazır. Tatlar âlemi onun
diline arz edilmekte. İlim ve hikmet âlemi onun aklına bakıyor.
Bu beden ve şu kâinat, o ruhun önünde iki sahife gibi. Dilerse bedeni okur,
isterse kâinatı... Beden ve kâinat, bir başka cihetle de o ruhun önünde iki
sofra. Her ikisinden de istifade ediyor. Her ikisini de seviyor; her ikisi için
de hâlik'ına şükrediyor.
Ruhun önünde nice düşündürücü levhalar, nice ibret sahneleri ve hayret
tabloları mevcut. Kâinatı temaşa, bedeni tefekkür, kâinatla beden arasındaki
mükemmel münasebete nazar, beden ile ruh arasındaki akıl almaz ilgiye hayret ve
bu sonuncusunu vesile ederek gayb âlemi ile şu görünen âlem arasındaki ulvî
rabıtalara iman...
Bir de ruhun kendi mahiyetini bilmedeki aczi var ki, bu acz, nice hakikatlere
pencereler açıyor... Her biri diğerinden güzel olan bu mevzulardan sadece bir
ikisine kısaca işaret edelim: Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok
mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş,
üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden
makinesi. Zira bedenin kederle bir alâkası yok. Ruhtaki teessür, gözden yaş
olarak dökülmede.
Ters yöne giden bir arkadaşımıza, "dur! Geri dön!" Diye sesleniriz.
Bu seslenişte muhatabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece
bir ahizedir, ayaklar ise doğru yahut yanlış yoldan anlamazlar.
Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehadet âlemine
hâkimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu
dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de
ışığını kendi iradesiyle vermiyor.
Beden şu âlemdeki birçok hâdisenin tesirinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri
bunların hepsinin üstünde. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz tesir
yapar; ama bu tesir hiçbir zaman bir ihanetin, bir zulmün, bir vefasızlığın
tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici tesire sahip;
lâkin bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın tesirleri yanında küçük kalır...
Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mânâ arasındaki ilgiye benzer.
Ses mânânın bedeni, mânâ sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne
solunda, ne içindedir, ne dışında... Mânâ, hayatiyetini devam ettirmek için
sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana
gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o
zaman, sese görev düşer.Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mânâ
ise ondan sonra da varlığını sürdürür.
Mânâ sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını
devam ettirmede. Ruh Allah'ın kanunu, beden o'nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla
tanzim ve idare ediyor.Allah'ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan
gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbanî hakikatlere
işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak
gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli.
Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir
benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil
olur; lâkin, kâtibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın
sıfatlarını aramak mânâsızlıktır.
Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler
bulabiliriz:
Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
Ruh, bedenin hiçbir cüz'üne, hiçbir organına benzemez.
Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına
benzemez.
Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında
benzerlik düşünülemez.
Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin
özellikleridir.
Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zâtı hakkında ne düşünülse, ona
şirk koşulmuş olur.
Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
Ruhun bedendeki icraatı, güneş'in gezegenlerini döndürmesi gibi,
mübaşeretsizdir; yâni bu iş, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir
fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...
Bir başka açıdan:
Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok dersler
var. Bunlardan birkaçı:
Beden ruh içindir, ruh beden için değil.
Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil
olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir.
"göz bir hassedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder." (sözler)
Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç
gün misafir ediyoruz?
Kuş kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir.
Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten
uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere.
Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler
olsun!...
Sorularlaİslamiyet