Nakşibendi Tarikatı - Öz değerleriyle birlikte.
ANASAYFA SİTEDE ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE SORU SORUN? İLETİŞİM

CANLI YAYIN İZLEYİN...

 
 
 

GALERY

ANKET

Yeni web sitemizi nasıl buldunuz?





Tüm Anketler

SİTEDE ARA


Gelişmiş Arama

SİTEMİZE ZİYARETLER!

 
Bugün Tekil250 
Bugün Çoğul357 
Toplam Tekil 8576270 
Toplam Çoğul12517464 
Ip 185.50.70.3

REKLAM

 

DESTEK

TASAVVUFUN YERİ VE DEĞERİ

TASAVVUFUN YERİ VE DEĞERİ

Tarih 05 Haziran 2016, 20:00 Editör

Tasavvufu anlatan güzel bir makale..

 

Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır. Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını şu meşhur hadis-i şerif ortaya koymaktadır.

 

“Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, mescitte Sahabe-i Kiram ile oturuyordu. O esnada cemaatin içinden birisi çıkageldi. Gelen kimse, beyaz elbiseli, siyah saçlı, güzel kokulu, üzerinde yol izi bulunmayan, kimsenin de tanımadığı birisi idi. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin huzuruna kadar geldi, selam verdi, edeple önüne oturdu, ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kendisine sorular sormaya başladı. Önce:

 

“Ya Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber verir misiniz? Diye sordu. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

 

“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şehadet etmendir. Ayrıca namaz kılmandır, zekat vermendir, oruç tutmandır ve gücün yetiyorsa Allah’ın evini ziyaret edip hac yapmandır,” diye cevap verdi. Bu zat tekrar:

 

“Bana imanın ne olduğunu haber verir misiniz?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

 

“İman, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bütün iyilik ve kötülüğün bir kaderle meydana geldiğine inanmandır,” diye cevap verdi. Gelen zat, tekrar:

 

“İhsan nedir, bana ihsanı haber verir misin?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

 

“İhsan, Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görmektedir, bunu kesin olarak bilmendir,”buyurdular…[1]

 

Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet, ahlak.

 

İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler. İbadetleri fıkıh alimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.

 

Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.

 

Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.

 

Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.

 

Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hakim’de şöyle ferman buyrulmuştur:

 

“Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.“[2]

 

İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf, güzel ahlak okuludur. Kalp temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce Allah’ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah rızasına uymalıdır.

 

Allahu Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz.

 

Allahu Teala (c.c) bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur: “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.“[3]

 

Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve yaşantısı ile sünnete  uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı zaman, Yüce Allah’a itaatini gerçekleştirmiş ve O’nun sevgisini kazanmış olur.

 

Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir. 

 

Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki nesilde bir bütün olarak ele alınıyor, zâhirî ve bâtınî yönü aynı hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.[4]

 

Sâdât-ı Kirâmın Yolu

 

Sâdât-ı Nakşibendiyye'nin büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî (k.s) şöyle buyurur: "Sâdât-ı kirâmın yolu, sahâbe-i kirâmın yoludur. Bu büyüklerin himmet ve nazarları gerçekten çok büyüktür. Diğer yolların terbiye metotlarıyla elde edecekleri ilerlemeyi, bu yola yeni girenler daha yolun başında iken elde ettiler. Onların en belirgin özellikleri devamlı huzur bulmalarıdır.

 

Sâdât-ı kirâmın nazarı hasta kalplere şifadır. Onlar sahâbe-i kirâmın boyası ile boyanmışlardır. Başkaları ne derse desin!... Çünkü bunun hakikatini sonradan gelenler anlayamaz."[5], [6]

 

Tasavvuf Ne Demektir?

 

Sûfîler tasavvufu çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bazıları şöyledir:

Tasavvuf, güzel ahlâktır. Tasavvuf, edebe riayet etmektir. Tasavvuf, kalbi temizlemektir. Tasavvuf, itirazı bırakıp emredile­ne peki demektir. Tasavvuf, nefsin kötü istek ve arzularını terketmektir. Tasavvuf, faydasız işleri bırakıp faydalı işlere yönelmektir. Tasavvuf, vakti değerlendirerek onun kıymetini bilmektir. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine sarılarak onun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Tasavvuf, kimseye eza ve cefa verme­mektir, herkese lütuf ve ihsanda bulunmaktır, kendisine kötülük edenleri affetmektir, hastalık ve musibetlerden şikâyet etmemektir, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine ulaşmaya çalışmaktır.[7]

 

Tasavvuf İhsan Mertebesidir

 

Tasavvuf ihsandır, ihsan mertebesidir. Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) ve ashabının yaşadığı hayat tarzıdır. Bu hayat tarzına “ihsan” denilmiştir. Hiç kuşkusuz ihsan halinin en güzelini  Allah Resûlü yaşamış ve yaşatmıştır. Ondan sonra müslümanların en faziletlileri, Resûlullah’ın ahlâkı ile ahlâklanan ve onun nurlu nazarları ile kemale eren sahabileridir. “Ben Allah’ı görmüyorsam da Allah Teâlâ beni görüyor” sözünün hakikati, sahâbe-i kirâmda olması gerektiği gibi tecelli etmiştir.

 

İşte tasavvuftan maksat, bu ihsan mertebesini elde edebil­mektir. Nitekim büyük veli Şah-ı Nakşibend(k.s) şöyle demiştir: “Bu yoldan maksat ve ele geçen şey, devamlı Allah Teâlâ’nın huzurunda olmaktır. Ashâb-ı kirâm zamanında buna ihsan ismi verilmişti. Bu yolda ilerleme esnasında, nefsin arzularını yok et­mek, nurlara ve hallere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer.”[8]

 

Tasavvufun Konusu

 

Tasavvufun konusu insan, hedefi ise insanın İlâhî ahlâk ile süslenmesidir. Bu hedefin sonucu da olgun ve kâmil insan ye­tiştirmektir. Evet, tasavvuf, güzel ahlâkın tâlim edildiği bir mekteptir. Tasfiye ve tahliye merkezidir. Yani kalpte bulunmaması gereken kötü ahlâkları giderip onu güzel ahlâklarla süslemektir. Güzel ah­lâk, dinin bâtınî fıkhıdır, iç kısmıdır. Bunun Kur’ân-ı Kerîm’deki adı takvadır. Takvaya ulaşmak için yapılan mücâhedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkâr, şirk, isyan ve gaflet kirlerinden temiz­lemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, yüce Allah’ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır.[9]

 

Tasavvufun Amacı

 

Tasavvufun amacı, önce marifetullah/Allah’ı tanımak, sonra da muhabbetullah/Allah sevgisini elde etmektir. Bunun için de kalp safiyeti gerekmektedir. Her insandan iman ve ibadet isten­diği gibi, kalp safiyeti, nefis terbiyesi ve güzel ahlâk da isten­mektedir. Zira iman ve ibadet farz olduğu gibi, kalp tasfiyesi de farzdır. Hiç şüphesiz bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir. Hiçbir insan, ben imanla mükellef değilim diyemez. Aynı şekilde hiçbir mümin, ben ibadet etmekle mükellef değilim diyemez. Yine hiçbir mümin, ben iman ederim, ibadet de ederim, fakat bana ihlâs lazım değildir; İlâhî sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşmam diyemez. Diyen bir kimse eksik kalır, dini hakkıyla yaşayamaz, hedefine ulaşamaz. Çünkü din, iman, İslâm ve ihsandan ibarettir. Sadece iman yetmez, ihlâssız bir iba­det de yeterli değildir.

 

İşte ihsan dediğimiz tasavvuf, kalbi Allah Teâlâ ile tanıştırıp itminana erdiren, huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştirmesini hedefleyen bir terbiye sistemidir.[10]

 

Tasavvufun Gayesi

 

Necmeddin-i Kübrâ (k.s) şöyle buyuruyor: “Tasavvuf yolu, doğru yoldur. Üstelik yolların en yüce ve değerlisidir. Çünkü yollar gayesine göre değer kazanır. Tasavvuf yolunun gayesi ise Allah Teâlâ'yı tanımak ve Hz. Muhammed'in (s.a.v) bildirdiği bütün hükümleri edeple uygulamaktır. Dolayısıyla bu yolda rehberlik eden kâmil mürşidler diğer yol gösterenlerin efendisi konumundadır. Zira kâmil mürşidler, Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) ilminin vârisidirler. Onlar Kur'an ve Sünnet'e göre amel eden kimselerdir."[11], [12]

 

Tasavvufun Esası

 

Tasavvufun esası, âyet ve hadislerin hükümlerine göre amel etmek, dinin emirlerine sımsıkı sarılmak, Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine göre yaşamak, dinde olmayan bid‘atlardan uzak durmak, nefsin istek ve arzularını terketmek, kendi nefsine göre yorum yapmaktan kaçınmak, ruhsat arama teşeb­büsünden uzak durmaktır.

 

Sûfî ve tasavvuf, kelime olarak Kur’an ve Sünnet’te geçmez. Ancak içerik olarak tamamen Kur’an ve Sünnet esasları üzerine kurulmuş bir terbiye sistemidir. Kur’ân-ı Kerîm’de sûfî kelimesi ye­rine “mukarreb” kelimesi kullanılmıştır. Gerçek sûfî, mukarrebdir.[13]Mukarrebîn, yüce Allah’ın huzurunda sevilmiş, kabul görmüş salihlerdir. Onlar, hayırlarda en önde, kullukta ve edepte zirvede olan kimselerdir. Hepsi Allah’ın dostu ve şahididir.

 

İşte gerçek sûfî, bu sıfata sahip olan ve kurbiyyet makamın­da bulunan kimsedir. Binaenaleyh “sûfî” dendiği zaman, bununla mukarrebîn makamına çıkmış veli kastedilir.

 

Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece tasavvuf ve sûfî ke­limesinin Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmadığını iddia ediyorlarsa, bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasav­vufun içerdiği manayı ve ahlâkı inkâr ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlâklarını inkâr etmiş olurlar.[14]

 

Evet, tasavvuf, Kur’an ve Sünnet’te istenen takva hayatıdır. Kur’an ve Sünnet çerçevesinde terbiye veren kudsî, nuranî, İn­sanî eğitimin genel adıdır. Hedefi, kâmil insan yetiştirmektir. Onu Allah Teâlâ gönderdi; önce Hz. Resülullah (s.a.v) tatbik etti, sonra bizlere emir buyurdu.[15]

 

Neden Sûfî Olunur?

 

Imâm-ı Rabbânî hazretleri (k.s) şöyle diyor:

“Tasavvuf yoluna, bir mürşid terbiyesine girmekten maksat, imanın hakikati olan dinin inanç esaslarına kesin bir inanç ile sahip olmak ve fıkhî hükümleri kolaylıkla, muhabbetle yerine getirebilmektir."[16][17]

 

Tasavvufta İlk İş!

 

Tasavvufta ilk iş kalp temizliğidir. Kur’ân-ı Kerîm, kalbin te­mizliğine “tezkiye” ismini vermiş ve ebedî kurtuluşu da ona bağ­lamıştır.[18] Hz. Peygamber’in (s.a.v) temel görevi de tebliğ ve tezkiye olarak belirlenmiştir.[19]

 

Hadislerde, dinin ve güzel ahlâkın merkezinde kalp vardır. Hz. Peygamber (s.a.v), kalbin insanın dinî hayatın­daki yerini şöyle tanıtmıştır:

 

“İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o parça kalptir.”[20]

 

Tezkiye, kalıbı değil, kalbi temizlemektir. Bu, kalbin şirk, küfür, isyan, gaflet, haset, kin gibi manevi kirlerden arındırılmasıdır. Bu arındırma iman, nur, feyiz, tövbe, istiğfar, gözyaşı ve ibadetlerle olmaktadır. Kalp temizliği ve güzel ahlâk dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’ân-ı Kerîm’de takva denir. Kalpte bulunan ve kalp ile işlenen manevi günahlardan arınmadıkça gerçek temizlik gerçekleşmez. Hak Teâlâ,

 

“Günahın açığını da gizlisini de terkedin. Çünkü günah işle­yenler yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler"[21]  buyurarak, her türlü günahtan uzak durulmasını emretmiştir.

 

Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlâk da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemli ve gereklidir.[22]

 

Tasavvuf Ve Terbiye

 

Tasavvuf ve tarikat, Hz. Peygamber’in (s.a.v) uyguladığı terbiye sistemidir. Allah Teâlâ, İlâhî terbiyenin merke­zine onu koymuştur. Onun sünnetine uymayan kimse, nefsiyle bin yıl mücâhede ve mücadele etse bile terbiye olamaz, bir başkasını da terbiye edemez. Yüce Allah bu konuda bütün insanlığın önüne şu İlâhî ölçüyü koymuştur:

 

“(Resûlüm!) Onlara de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.”[23]

 

O halde olgunluğa kavuşmanın tek yolu, Resûlullah’a(s.a.v) tâbi olmaktır. Bunun ötesinde başka bir yol yoktur. Allah Resûlü, sahabilere dini iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir. Sahabe de kendilerinden sonra gelenlere dini, bütün boyutları ile eksiksiz olarak aktarmışlardır.[24]

 

Gerçek Tasavvuf Nedir?

 

Şam'daki tasavvuf büyüklerinden birine, "Gerçek tasavvuf nedir?" diye sordular, o da şöyle cevap verdi:

 

"Bizden önceki dervişlerin hali idi ve şöyleydi: Görünüşte dağınık görünseler bile, manen toplu ve birlik idiler. Zamanımızın sûfîleri ise görünüşte toplu, hakikatte ise dağınıktırlar."

 

Eğer ikide bir gönlün başka yerlere gidiyorsa, yalnızlıkta bile huzur bulamazsın. Allah Teâlâ'nın dışındaki şeyleri gönlünden çıkardınsa, dünya işleriyle uğraşırken bile O'nunla baş başa sayılırsın.[25], [26]

 

Kim Ne Bilir?

 

Zâhir ilminde bir derya ve Hanbelî mezhebinin kurucusu olan imam Ahmed b. Hanbel (rh.a), devrin meşhur sûfîlerinden Bişr-i Hâfînin (k.s) yanına sık sık gider ve şöyle derdi:

 

- Ey Bişr, bana Allah Teâlâ hakkında bilgi ver, O'ndan bahset!

 

Talebeleri ona dediler ki:

- Sen hadis ve fıkıh âlimi bir müctehidsin, çeşitli ilimlerde bir benzerin yok. Buna rağmen yalın ayaklı bir divanenin yanına gidiyorsun. Bu sana yakışır mı?

 

Ahmed b. Hanbel (rh.a) şöyle cevap verdi:

- Evet, saymış olduğunuz ilimlerin hepsini ben ondan iyi bilirim, lâkin o Allah Teâlâ'yı benden iyi bilir.[27], [28]

 

Hakiki Rehber

 

Ali b. Vefa (rh.a) şöyle der:

 

"Eğer hakiki bir mürşid bulursan, insanlığının hakikatini bulmuş olursun, insanlığının hakikatini bulunca Allah'ı bulursun. Allah'ı bulunca da her şeyi bulmuş olursun. Bütün mesele böyle bir mürşidi bulmaktır. Bunu anla, ganimet bil, istifade et!"[29] [30]

 

Tasavvuf Haldir, Kâl Değildir

 

Tasavvuf kıylü kâl değil, güzel haldir, yaşantıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) ve ashabının yaşadığı hayat tarzıdır. Yaşanmadıkça anlaşılmaz, tadılmadıkça anlatılamaz. Ancak yaşamakla anlaşılır, tatmakla tadı idrak edilir. Onu kelimelerle ifade etmek zordur. Bu sebeple her veli kendi tattığı veya kendisine açılan pencereden seyrettiği şekliyle tasavvufu anlatır, kendi makam ve mertebesine göre onu tarif eder. Zaten tasavvu­fun farklı tarifleri de bu yüzdendir.

 

Cüneyd-i Bağdâdî(k.s) çoğu zaman nazım halinde şöyle derdi:

“Tasavvuf ilmini ancak Hakk’a âşinâ ve derin anlayış sahiple­ri tanır. Onu müşahede etmeyen tanıyamaz. Gözleri kapalı insan güneşin ışığını nasıl görebilir ki?”[31]

 

Bu sebeple tasavvufu tadan ve yaşayan ehil bir mürşidden öğrenmek lazımdır. Bir mürşid-i kâmile gitmeden, tasavvuf yolu­na girmeden, bu yolun inceliklerini görmeden ve tatmadan sade­ce uzaktan seyretmekle bu işi anlamak mümkün değildir. Bunun içindir ki büyükler, “Mesleğiniz nedir?” diye soranlara şu cevabı verirler: “Gel, gir, gör, tat ve anla!...”

 

Unutmamak gerekir ki her sanat ehlinden öğrenilir. Bunun içindir ki kâinatın efendisi şöyle buyurur:

"Her sanatı öğrenmek için ehli ve erbabından yardım isteyiniz.”[32]

 

Dinin bir kısmını teşkil eden tasavvufu, ehline ve erbabına gitmeden öğrenmek, anlamak mümkün olmaz. Bunun içindir ki yüce Mevlâ,

“Şayet bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorunuz”[33] buyurmaktadır. Tasavvufu da bu işin erbabı olan âriflere sormak ge­rekir. Bu manada İmam Kuşeyrî hazretleri şöyle buyurur:

 

“Tasavvufu bu işin ehli olan bir üstattan öğrenmek gereklidir. Mürşidi olmayan hiçbir yolda felah bulamaz.”[34]

 

Şair ne güzel söylemiş:

 

Tasavvuf ilmi hiç tarif edilir mi?

O Hakk’ı bilmekle anlaşılır sadece ...

Hakk’ı müşahede etmeyen hiç bilebilir mi?

Güneş parıldasa da köre hep gece ...[35]

 

Alimler ve Sûfîler

 

İmam Şa'rânî (k.s), Ahmed b. Hanbel ve imam Şâfiî (rh.a) gibi mezhep imamlarının da gönül ehli mutasavvıfların meclisine gidip onlardan istifade ettiğini anlatıyor.

 

Mesela Ahmed b. Hanbel (rh.a) büyük sûfîlerden Bağdatlı Şeyh Ebû Hamza'nın (k.s) meclisine gider, onunla beraber otururdu. Fıkhî bir meseleyi çözemediğinde şeyhe,

 

- Şu mesele hakkında ne diyorsun ey sûfî, diye sorar fikrini alırdı.

 

Tasavvuf ehlini anlatmaya aslında bu kadarı yeterlidir. Şayet onlarda özel meziyetler olmasaydı Ahmed b. Hanbel (rh.a) gibi zatlar onlara ihtiyaç duymazdı.[36], [37]

 

Tasavvuf Güzel Ahlâktır

 

Tasavvuf güzel ahlâktan ibarettir. Güzel ahlâk, Hakk’ın ve hal­kın hukukuna riayet etmektir. Bunun tek yolu da Hz. Peygamber’e (s.a.v) samimiyetle tâbi olmaktır. Zira Hak Teâlâ onu güzel ahlâkı tamamlamak için insanlığa önder olarak gön­dermiş ve örnek almamızı emir buyurmuştur:

 

“Andolsun ki Resûlullah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek­tir.”[38]

 

Evet, Allah rızasını kazanmak isteyen ve O’nunla dost ol­mak isteyen bir kimse, Hz. Peygamber’in (s.a.v) güzel ahlâkını örnek alsın. Ahiret iyiliğini ve ahirette iyi olmayı isteyen bir kimse, onu örnek alsın. Faziletleri kazanmak isteyen ve dünyada güzel ve huzurlu bir hayat isteyen bir kimse, Hz. Resülullah’ı(s.a.v) örnek alsın. Zira Resül-i Ekrem bütün hayırlarda en ileridir. Yüce Allah faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış, onu her türlü kusurlardan arındırmış ve onun yüce ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:

 

“Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”[39]  Peygamber Efendimiz de (s.a.v), “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim”[40]  buyuruyor.

 

Evet, onun ahlâkı, Allah’ın övdüğü ve Kur’ân-ı Kerîm’in öğ­rettiği temiz ahlâktır. Yüce Allah, insanlığa Kur’an’ı indirirken, İlâhî prensiplerin uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak onu seçmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan güzelliklerin ta­mamını onun şahsında toplamıştır. Onun ahlâkı bizzat Kur’an’dır. Nitekim sahabilerin, onun ahlâkı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine, müminlerin annesi Hz. Aişe şu cevabı vermiştir:

 

“Siz Kur’an’ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an’dı.”[41] Bu, iyi olmaktır, iyilik yapmaktır. Buna ihsan denir, böyle olana da ihsan sahibi, muhsin denir. İşte tasavvuf da bundan ibaret­tir. Tasavvuf, Allah ve Resûlü’nün öğrettiği edep üzere kurulmuş manevi bir ahlâk sistemidir. Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allah’ın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir. Zira tasavvuf, tamamen güzel ahlâktan ibarettir. Güzel ahlâk, Allah Teâlâ’nın edebiyle edeplenmektir, Resûlullah’ın ahlâkı ile süslenmektir.

 

Tasavvuf dinin ahlâk kısmını tarif eder. Bu ilim, fıkıh ve kelâm gibi müstakil bir ilimdir ve alanı çok geniştir. Bu ilim, kalp, hal ve amel ilmidir. Bütünüyle dinin bir parçasıdır. Tasavvuf, bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lazım olan bilgileri ve yol­ları öğreten ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de kalbin, ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalp hastalığının alametleri olan kötü işlerden uzaklaştı­rıp, Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapmayı sağlar. Tasavvuf, güzel hal ve ahlâk sahibi salihlerin yetiştiği bir takva okuludur.

 

Ma‘rûf-i Kerhî hazretleri de şöyle demiştir: “Tasavvuf, güzel ve temiz ahlâk ile ahlâklanmak, kötü, çirkin huy ve özelliklerden sıyrılmaktır.”[42]

 

Cüneyd-i Bağdâdî(k.s) şöyle diyor: “Tasavvuf, alçak ve bayağı huylardan vazgeçip iyi ve güzel huylara yönelmektir.”[43]

 

Ebû Bekir Kettânî (k.s), “Tasavvuf, güzel ahlâktır” diyor ve ekliyor: “Kimin ahlâkı güzel ise tasavvuf bakımından ileridir.”[44]

 

Muhammed b. Ali el-Kassâb(k.s) şöyle temas etmektedir: “Tasavvuf, değerli bir zamanda, değerli bir kişi tarafından değerli kişilere karşı sergilenen ahlâkî davranışlardır.”[45][46]

 

EbûHafs el- Haddâd (k.s.): "Tasavvuf, tamamıyla edeplerden ibarettir. Her vaktin, halin ve makamın kendine göre bir edebi vardır. Her kim bu vakitlerdeki edeplere uymaya devam ederse Hak dostlarının ulaştığı makama ulaşır"

 

Ebû Muhammed Cerîrî (k.s): "Tasavvuf, yüce ve güz[47]el ahlâkın tamamını elde etmek, bozuk, düşük ahlâkın hepsini terketmektir"[48]

 

ŞehâbeddinSühreverdî(k.s): "Tasavvuf, evveli ilim, ortası amel, sonu da Allah'tan gelecek ikram ve ihsana nail olmaktır".[49]

 

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s): "Tasavvuf, hiçbir şeye alaka duymadan (gönlü bağlamadan) Allah Teâlâ ile beraber olmaktır.”[50]buyurmuşlardır.[51]

 

Bir Gönüle Gir ki

 

En çok hadis nakleden sahabi Ebû Hüreyre (r.a) salih kimseleri sevmek, onların gönlüne girmek hususunda şunları söyler:

 

"Kıyamet gününde kul, Allah Teâlâ'nın huzuruna getirilir. Cenâb-ı Hak da ona, 'Benim için veli bir kulumu sevdin mi? Seni onun hatırına bağışlayayım' diye sorar. Bu nedenle salih zatları seviniz, onların desteklerini alınız. Zira kıyamet gününde devlet onlarındır."[52][53]

 

Öyle Bir Kalbe Gir ki...

 

Bâyezid-i Bistâmî hazretlerine (k.s) bir kimse gelerek kendisine öğüt vermesini istedi ve,

 

- Bana yüce Rabbimiz'e yaklaştıran bir amel söyler misiniz? Onu yaparak Allah'a yaklaşayım, rızasını kazanayım, dedi.

 

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri de şu tavsiyede bulundu:

 

- Allah'ın sevgili kullarını, evliyaları sev, onlar da seni sevsinler. Zira yüce Rabbimiz onların kalplerine nazar eder. Umulur ki Hak Teâlâ, onlardan birinin kalbinde senin ismini görüp seni bağışlar.[54] [55]

 

Sûfîlere Niçin Sûfî Denilir?

 

Adamın biri Ebû Bekir Şiblî'ye (k.s) sordu:

 

- Sûfîlere niçin sûfî denildi?

 

Hazret şu cevabı verdi:

 

- Niyetleri saf olduğu için ve Rab'leri katından kendilerine gösterilen yakın dostlukla saf oldular. Saf olan insan da sûfîdir (saflaşmış, arınmıştır).[56], [57]

 

Rehber Aramak

 

Abdülkerim Kuşeyrî (k.s) şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ı arayan kimsenin görevlerinden biri de bulunduğu yerde kendisini terbiye ve irşad edecek bir mürşid bulamadığı zaman, irşadla görevli zamanın kâmil mürşidine hicret etmesi, onu rehber kabul edip terbiyesine girmesi ve (olgunlaşıp) kendisine izin verilene kadar kapısının eşiğinden ayrılmamasıdır."[58] [59]

 

Gönlünün İstediği O Tarafta

 

Alimlerin âlimi, irfan sahibi ariflerin de üstünü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s), hacca gitme isteği belirince aşkla, şevkle hac yoluna düştü. Uzun bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı. O günleri kendisi şöyle anlatıyor:

 

"Medine'de bulunduğum bir gün, nasihatlerinden istifade etmek için salih zatlardan birini araştırmaya başladım. Öğreneceğim bu nasihatle sürekli salih ameller yapmayı ümit ediyordum. Sonunda Yemenli, nefsini yenmiş, istikamet sahibi, âlim ve ibadet ehli birine rastladım. Ondan cahil birinin isteyişi gibi nasihat vermesini istedim. Bana bazı konularda nasihatlerde bulundu. Onlardan biri şuydu: 'Mekke'de görünüş itibariyle dine uymayan bir şey görürsen, hemen onu inkâra kalkışma.'

 

Mekke'ye vardığımda hayret veren bu nasihate uygun hareket etmeye çok dikkat ettim. Bir cuma günü, Harem-i şerif'e bir deve kurban etmiş gibi sevap almak için erkenden gittim. Yüzüm Kâbe'ye dönük şekilde oturmuş Delâil-i Hayrât[60] okumakla meşgul oluyordum. Bu esnada siyah sakallı, halktan biri olduğu halinden belli olan birini gördüm. Sırtı Kâbe'ye karşı gelecek şekilde sırtını şadırvana dayamış, aramızda birbirimizi görmeyi engelleyecek bir şey olmadığı halde bana doğru bakıyordu. Kendi kendime, 'Bu kimse Kâbe'ye karşı edep dışı davranıyor' diye düşündüm.  Fakat o kimsenin bu ayıbını yüzüne karşı belli etmedim. O sırada bana şöyle dedi: 'Ey kardeşim, Allah katında mümine karşı hürmet, Kâbe'ye hürmet etmekten daha faziletlidir. Kâbe'ye sırtımı dönüp yüzümü de sana döndüğüm için neden bana içinden itiraz ediyorsun? Medine'deki zatın nasihatini unuttun mu? Bu konuda sana sıkı tembihte bulunmuştu.'

 

Bu sözleri üzerine onun evliyanın büyüklerinden biri olduğu hakkında hiçbir şüphem kalmadı. Çünkü bu gibi şeyler sıradan kimselerden gizlenmiştir ve onların bileceği bir şey değildir. Hemen eline kapandım ve beni affetmesini istedim. Yüce Allah'a yaklaşmak için beni irşad etmesini istirham ettim. Bana, 'Buralarda senin gönlünü açacak, seni irşad edecek istediğin gibi biri yok' dedi. Eliyle Hindistan tarafını işaret ederek, 'O taraftan sana bir işaret gelecek, senin gönlünün açılması ve seni irşad edecek mürşid o tarafta olacak' dedi. Böylece Haremeyn'de beni irşad edecek kâmil bir mürşidin bulunmadığını anladım ve hac vazifesini yerine getirdikten sonra Şam'a döndüm."[61], [62]

 

O, Zamanın Kutbudur

 

Dürüst ve güvenilirliği ile bilinen büyük bir tüccar vardı. İyi bir insanın özellikleri onda mevcuttu. Yolun başında Şeyh Abdülkadir-i Geylâniye (k.s) büyük bir muhabbet ve itikadı vardı.

 

Kendisi şöyle anlatıyor:

 

"Abdülkadir-i Geylânî (k.s) zaman zaman bana görünür, güzel şeyler müjdeler ve önemli işlerimde bana yardım ederdi. Bir gün rüyada bana dedi ki:

 

- Sen benden büyük yardım görsen de sana hayatta bir şeyh gerekir.

 

Ona,

- Peki, kime başvurayım, diye sorunca şöyle dedi:

 

- Şeyh Ahmed-i Sirhindî’ye (İmâm-ı Rabbânî hazretlerine) git. Bugün zâhir ve bâtın ilimlerini bilen odur. O, zamanın kutbudur.

 

Bu rüya üzerine ona gittim ve kendisinde hayran olduğum kerametler ile acayip kemalât halleri gördüm."[63], [64]

 

Yolun Esasları

 

Sâdât-ı kirâmın büyüklerinden Mevlânâ Halid-i Bağdâdî (k.s) bir mektubunda şöyle der:

 

Tasavvuf yolu, Allah'a ulaşma yoludur. Bu yol Allah Teâlâ'nın rızasını ve Peygamber Efendimiz'in sevgi ve ahlâkını kazandırır. Manen yükselmeye vesile olur. Bu yolun esasları şunlardır:

 

• Kurtuluşa eren topluluk olan Ehl-i sünnet inancına sahip olmak ve ona sıkıca sarılmak.

• Azimetleri tam bir titizlikle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla yapmak, mecbur kalmadıkça ruhsatlardan kaçınmak.

• Devamlı Allah Tealâ'ya yönelmek ve O'nun bizi kontrol ettiğini düşünmek.

 

Dünyanın süsünden, hatta Cenâb-ı Hak'tan başka her şeyden yüz çevirmek, bunların sevgisini kalbe koymamak.

 

Bir de hadis-i şerifte "ihsan" diye tabir edilen, Allah Tealâ'yı görüyormuş gibi kulluk etmeyi ve O'nunla beraber olmayı alışkanlık haline getirmektir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

 

"İhsan, Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da şüphesiz O seni görüyor."[65]

[66], [67]

 

Evliyaya Muhabbet

 

Bedîüzzaman Said Nursi (k.s) şöyle der:

 

"Sıradan bir samimi tarikat ehli, görünüşte fen bilimleriyle uğraşan kimseden daha fazla kendini muhafaza eder. O tasavvufî zevki vasıtasıyla ve evliyaya duyduğu muhabbetle imanını kurtarır. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, hakikat arayıcısı bir âlim zat da olsa, şimdiki dinsizlerin hilelerine karşı kendini tam muhafaza etmesi çok zorlaşmıştır."[68], [69]

 

Yakınlık ve Arkadaşlık

 

Büyük âlim ve ârif Şah-ı Nakşibend hazretleri (k.s) şöyle buyurur:

 

"Yolumuza girmek ve bize katılmak isteyen kişinin yapması gereken, yakınlığımızın tesiri oluncaya kadar dostlarımızla arkadaşlık etmektir. Zira bu arkadaşlığın sonucunda, kendisinin manevi kabiliyetleri ortaya çıkacaktır.

 

Yolumuz ender bulunan bir yoldur. Kopmaz, sapasağlam bir tutamak gibidir. Bu yol, Peygamber Efendimiz'in sözlerine ve davranışlarına dört elle sarılmak ve ashâb-ı kirâmın yolunu, eserlerini takip etmek esaslarına dayanır."

 

Şah-ı Nakşibend hazretlerine, bu yola nasıl ulaşılacağı sorulunca şöyle cevap verdi:

 

"Resûlullah Efendimiz'e (s.a.v) tâbi olmakla ulaşılır. Bizim yolumuz sohbet/yakınlık yoludur. Çünkü halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Yakınlaşanların kendi nefis ve varlıklarını aşıp kendilerini değersiz görerek, diğer arkadaşlarına kemal ve üstünlük atfetmelerinde hayır vardır. Böylece insanlar, kendi nefislerini küçük görüp yakınlaştığı arkadaşına kemal nazarıyla değer vereceğinden, karşılıklı olarak birbirlerinden istifade edeceklerdir.

 

İşte yakınlık ve arkadaşlık yolu derken, bu anlaşılır. Böyle bir yakınlıkla arkadaşlık, kişinin tek başına kalmasından daha hayırlıdır. Bizim yakınlık dairemize katılanların kalbine muhabbet tohumları ekilir. Ne var ki bazı kimseler içlerinde bulunan dünyevî kirlerinden dolayı kalplerindeki bu muhabbet tohumlarını büyütemezler."[70], [71]

 

Rabbim bizleri tasavvuf terbiyesinin kıymetini bilmeyi, aşkla şevkle usullerini yerine getirmeyi nasip etsin. Dünya ahiret sadatlardan ayırmasın. Gönüllerine girmeyi nasip etsin. Amin…



[1] Buhari,İman,37;Müslim,İman,1;Ebu Davud,Sünnet,16;Tirmizi, İman,4; İbn Mace, Mukaddime,9.

[2] Ra’d suresi ayet-27-28.

[3]Âl-i İmran suresi ayet-31.

[4]Arîfler Yolunun Edebleri, S.Muhammed Saki Haşimi, Semerkand Yayınları, sf.16.

[5] Altın Silsile, s. 257; Imâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 336. Mektup.

[6] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.107.

[7]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.69.

[8]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.69.

[9]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.71.

[10]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.72.

[11]Şa'rânî, el-Envârü'l-Kudsiyye, s. 298-299.

[12] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.99.

[13]Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 18.

[14]Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 54.

[15]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.73.

[16]Imâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 1/207, 380 Mektup.

[17] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.98.

[18] bk. A‘la 87/14-15; Şems 91/9-10

[19] bk. Âl-i imran 3/164; Cum'a 62/2

[20]Buhârî, İmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107; IbnMâce, Fiten, 14.

[21]En'âm 6/120

[22]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.74.

[23]Âl-i İmrân 3/31

[24]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.75.

[25]Sa'dî-i Şîrazî, Gülistan. S. 86.

[26] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.102.

[27]FeridüddinAttâr, Tezkiretü'l-Evliyâ, s. 167.

[28] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.100.

[29]Şa'rîtnî, el-Envârü'l-Kudslyye, s. 190.

[30] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.100.

[31]EbûTâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, 1/159.

[32]Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/108 (nr. 340).

[33]Nahl 16/43.

[34]Kuşeyrî, er-Risâle, s. 380.

[35]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.76-77.

[36]Şa'rânî, el-Envârü'l-Kudsiyye, s. 141.

[37] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.99.

[38]Ahzâb 33/21.

[39] Kalem 68/4.

[40]Mâlik, el-Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 1 (nr. 8); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/381; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7978.

[41]Müslim, Müsâfirîn, 18 (nr. 139); Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 1/308.

[42]Çağıl-lldırar, SeyyidAbdülhakim el-Hüseynî ve Nakşibendî Tarikatı, s. 105.

[43]EbûNuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 1/22; Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 59; Abdülkadir İsa, Hakâikani’t-Tasavvuf, s. 17.

[44]Kuşeyrî, er-Risâle, s. 242, 281; Gazâlî, İhyâüUlûmi’d-Dîn, 2/1439; Kimyâ-yı Saadet, s. 385; Sühreverdî,Avârifü’l-Maârif, s. 235; İbnü’l-MülakkınTabakatü’l-Evliya, s145.

[45]Kuşeyrî, er-Risâle, s. 280.

[46]Ehl-i Tasavvuf, Muhammed Mübarek Elhüseyni, Semerkand Yayınları, sf.77-80..

[47]Sühreverdî, Avârifü'l-Maârif, s. 37.

[48]Sühreverdî, Avârifü'l-Maârif, s. 38; Kuşeyrî, Risâle, s. 479.

[49]Sühreverdî, Avârifü'l-Maârif, s. 39.

[50]Kuşeyri, Risâle, s. 480; Sühreverdî, Avârifü'l-Maârif, s. 37.

[51] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.97.

[52]Şa'rânî, Tenbîhü'l-Muğterrîn, s. 40.

[53] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.98.

[54]AbdülmecîdHânî, el-Hadâiku'/- Verdiyye, s. 320.

[55] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.101.

[56]Beyhakî, ez-Zühdü'l-Kebfr, s. 289.

[57] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.101.

[58]Kuşeyrî, Risâle, s. 659.

[59] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.102.

[60]Resûlullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] için okunan, salât ve selâmlann çoğunun bir araya toplandığı kitap.

[61]Abdülmecîd Hânı, el-Hadâiku'l-Verdiyye, s. 657-658.

[62] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.103.

[63]AbdülmecîdHânî, el-Hadâiku'l-Verdiyye, s. 536.

[64] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.104.

[65] Buhârî, imân, 37; Müslim, İmân, 1.

[66] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, s. 121.

[67] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.109.

[68]Bedîüzzaman Said Nursi, Mektûbât, 29. Mektup.

[69] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.105.

[70] Hâce Ahmed b. İbrahim Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, s. 109.

[71] Hal Dili, Sûfilerden Sözler Ve Menkıbeler, Hazırlayan, A. Suat Demirtaş, Hâcegân Yayınları, sf.105.

Bu yazı 11931 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit




Tasavvuf-Nakşibendilik

Saki'ce yaşamanın her türlü bedeline razıyız..

Saki'ce yaşamanın her türlü bedeline razıyız.. Genel gündem olarak bazı fitnelere cevabımızdır..

Sofilik yolunun edepleri

Sofilik yolunun edepleri Nakşibendilikte bir sofinin edep başlangıcı..

MENZYL SYLSYLE-Y ALYYYE

Söz ve Resim
Verdiğini hatırlayan ve kalbinden geçiren kimse seha (cömertlik) ismine layık değildir..

HZ.MUHAMMED (S.A.V)

SÖZLÜK

(c) Web sitemizin Vakıf, dernek vb. kuruluşlar ile resmi bir bağı kesinlikle yoktur, tamamen kişisel çabalarla kurulmuş bir web sitesidir. Ancak istifade edilmesi için yazı ve linklerini kaynak belirterek yayınlayıp, destek verdiğimizde olabilir. Ayrıca diğer kaynaklardan, ehli sünnet çizgisinde gördüğümüz çalışmaları kaynak göstererek sitemizde yayınlamaktayız. Niyetimiz, sayısız faydasını gördüğümüz, Kuran ve Sünnet esaslı bu yüce Nakşibendi yolunu insanların tanıması ve istifade etmesine vesile olabilmektir. Sitemizden emeğe saygı çerçevesinde kaynak göstererek her türlü alıntı yapılabilinir. www.NaksibendiTarikati.com
RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Alt Yapy: MyDesign - Dizayn ve Hosting: Ri-Mer Bili?im